28 Eylül 2010 Salı

Pikniğe gittik, çok da eğlendik. :)


Güzel haber: Üzerlerine kusmadım. xD
Ve kötü haber: Hasta oldum. :(  İnsan her pikniğe gittiğinde hasta mı olur yaa. Benim gibi bir insan daha var mıdır? Zaten ota böceğe alerjim var, kaşınıp duruyorum. Bir de ateşle boğuşuyorum. Bir de karnım ağrıyor... Bir de!.. Allah'tan yurtta değilim, ev gibisi yok. Nazını çekecek bir annen varsa; insan başka ne ister ki? Amaaan neyse... Amacım piknik yapmak değil, sınıfı tanımaktı. Amacıma ulaştım. Gerisi boş :p
Önceki sınıflarımdan üstün bir yanını buldum bu sınıfın. Böyle sosyal faliyetlerde çok iyiler.
Piknikte kendime yollamak için yazdığım mesajda şöyle diyorum;'Evet, annemin de umduğu gibi sınıfla kaynaştığımı hissediyorum. Belki bir gün aramız süper olur ha? Belki...' ; ama bu gün okulda yine eskiye(zati bir haftalık mazimiz var hangi eskiden bahsediyorsam xD) dönmüştü her şey. 

Bir de bu gün kimya için labaratuvara çıktık; Uğurcan da gitti A. nın yanına oturdu. Kendimi sokağa bırakılmış yavru kedi gibi hissettim xD

Ben bi de piknik gününü anlatayım:
Pikniğe gitmek için kararlaştırdığımız gibi sabah A. ile buluştum. Evlerimiz çok yakın zaten... Sabah beni çaldırdığında çıkmamı söylemişti. Dediği gibi yaptım ama A. zeki olduğu için, olayları normal bir kız hızıyla hesaplamış. Ama ben anormal olduğum için onu bekletmeden gittim ve hızlı yürüdüm; bu yüzden erken gittik ve servisi çok bekledik. Yolda biraz sohbet ettik. Klasik sorular:'Alıştın mı?' gibi... 

Sonra A. telefonda Uğurcan'la konuşuyordu. Uğurcan 'orda tekel var mı?' dedi. O sırada yanımda konuşulanlardan anladığım kadarıyla bu sınıfta alkol kullanan epey kişi var. Sınıfa ilk girdiğimde birinin dudaklarından anlamıştım alkol kullandığını. Dayımın dudakları da öyledir mesela. Kocaman, sarkık. Dişçiye gitmiş de uyuşmuş gibi. Sanki öpüşsen o hissetmeyecekmiş gibi. Öyle bir şey. Alkol sevmiyorum kısaca :p Tuhaf geldi bu. Yaşınız ne başınız ne? :p Uğurcan gerçekten içiyor mu merak ettim aslında; çünkü onda öyle bir tip yok. Yoksa uzak olduğu erkeklere kendini kanıtlamak için mi yapıyor bunu? Her neyse...

Yol yaklaşık olarak kırk beş dakika sürdü. Her yer yemyeşil. Ağaçlar tünel oluşturmuş sanki. Tünel demişken, Karabük'ten Yenice'ye kadar uzunu kısasıyla 17/on yedi (yanlış yazdığımı düşünmeyin diye) tünel geçiyorsunuz. Neyse etraf Karadenizde olduğunuzu fark edebilecek kadar yeşil kısaca... Karabük de karadenizde güya da; yine de bunu kabullenemiyorum özellikle de Artvin'i düşündükten sonra xD Nedense karadeniz illerinden birinde yaşama düşüncesi bana çok uzak geliyor. Beğenmediğimden değil, uzak işte... Pek belli olmuyor olabilir; ama ben Artvinli'yim aslında. :)

Gittiğimiz yer: Yenice- Şeker Kanyonu; bakımlı ve gayet güzel bir yer. Yanından ırmak geçiyor. İsterseniz ırmağın içindeki belli parkurlardan yürüyerek kanyonu gezebiliyorsunuz. Tabi ki ben böyle bir şeye kalkışmadım. Kızlar on beş dakika ayaklarını sokmaya çalıştılar, ona bile dayanamadılar. Ben bir de o buz gibi suya girseydim Modafobik'in sorduğu 'hala yaşıyosun dimi sen?! :D ' sorusuna cevap veremeyebilirdim :)

(Fotoğraf bana ait değil. O yüzden 2007'ye filan tepki gösterme lütfen :) Evet, çektiklerimi üşendiğim için eklemedim xp xD Zaten çok da çekmedim...)

Irmağın yanında banklar var. Burda yalnız başıma takılıp çişim gelene kadar suyu dinledim xD Sessiz, sakin... Sadece ben varmışım gibi. (Bu duyguyu bu gün ağzına kadar dolu okulda da yaşadım.) Sessizlik beni boğuyordu adeta ben de ona gülümsüyordum.

Sonra kızların fotoğrafçısı oldum. Suyun içinde titremelerine rağmen gülmelerini çektim :)

Yokuş yukarı kırk dakika kadar yürüdük. Manzara süper abi! Keşke kiralanan bisikletleri de yanımızda götürseydik. Tırmandığımız yokuşun inişini bisikletle yapmak isterdim. Neyse dönüşte de matematikçinin altı yaşındaki kızıyla koşu yarışı yaptık. Muhabbet şöyleydi:
-İnanmıyorum beni yendin
-Ama ben jimnastik kursuna gidiyomm (Bi de hava atıyor, ben yavaş koşmasam yenebilecek sanki :p)
-Ayyy bence de ondandır.
Bir not: Çok dadluuu bir kız ve akıllı. Evet, babaları tarafından azıcık kızılarak yetiştirilen çocuklar akıllı oluyor. Buna karar verdim. O yüzden ben çoook akıllıyım xD

Köfte yedik, aslında köfteyi piknikte sevmem. Ben tam bir tavukçuyum. Bayılıyorum tavuğa... Ama köftenin harcı güzel olmuştu. Acılı; ama güzel işte. Yedik, içtik ve eğlendik.

Erkekler piknikte hiçbir şeye yardım etmeyip sadece yerken yardım edince kızlar cıngar çıkardı. Ben pek bir şey söylemedim. Böyle ufak şeyler için ağzımı açmaya bile acırım ben :p Zaten yeni geldim sınıfa, onlar bana misafir gibi davranıyor. Ben de misafir taklidi yapıyorum. Rolümü güzel oynadım.

Yürüyüş yetmemiş olsa gerek ki kızlarla yarım saatliğine bisikletleri kiraladık; ama o yokuşu çıkmayı gözümüz yemedi. Aynı düz yerde gidip geldik; sonraki gün hamlayacağımı tahmin etsem de ayak tabanlarımın bile hamlayıp, yürürken acıyacağını tahmin etmemiştim. Bisiklet epey kas çalıştırıyor olsa gerek. Belim bile hamlamış öyle bir şey, düşün artık xD Özellikle merdiven çıkmak tam bir eziyet; o yüzden bu gün tenefüslerde sıramdan kalkmadım.

Dönüşte erkekler maçtan kızlar bisikletten ve yürüyüşten yorulmuş halde otobüse bindi; ama içlerinde bir yerlerde enerji depolamışlar. bıdı bıdı bıdı bıdı xD Bi de fotoğraf çekip duruyorlardı. Kızlar çok komikti, tuhaf pozlar verme yarışması yapıyorlardı. Ben de bakıp gülüyordum, çok eğlendim. Bir ara güzel ve çığırtkan bulduğum B. nin gözlerine baktım ve güldüm, içindeki sevgiyi ilk defa hissettim. :)

Erkekler abartıp makineye hareket çeken poz verene kadar çok güzeldi. Hatta o sırada yapılan espiriler bile güzeldi; ama kızlarla çektiğimiz fotoğrafa şu meşhuuur O. kenardan katılıp hareket çekmek isteyince ben de bile bile ittim onu. Ohh canıma değsin. Senin yaptığın şeyle aynı karede olmak zorunda mıyım Allah Allah? Bi de sonradan baksam fotoğraflara, O. hepimizi becermiş de ondan mutluymuşuz gibi gözüktüğümüz gelecekti aklıma. Ben de bunu fotoğraflara bakarken düşüneceğime, fotoğrafı çekerken onu itmeyi tercih ettim xD O da bunu fark etti ve tekrar denedi ben de tekrar ittim xD Sonuç olarak fotoğraf karesinde parmaklarına dair bir şey yok. Yaşasın kötülük nihahaha!.. :p

Servisten A. ile aynı yerde inip eve doğru yürümeye başladık. Biraz konuştuk. Önemsiz şeyler işte... 'Sevdin mi sınıfı?' dedi. Hıı, dedim. Sen de iyi eğlendin ama, dedim. Kızların yardım etmeme konusunu kasdediyorum sandı. Savunmaya geçti. Ben de onu kasdetmediğimi söyledim. O da peki dedi. Bir de çok hızlı konuştuğunu söylemiştim. Tıpkı bir rapçi gibi :S O da bunu 'çok konuşuyorsun' tarzında anlamış ve bozulmuş. (Zaten çok konuşuyor bunu kendi de biliyor xD) Ben de hayır rapçi gibi diyince anladı. Kısaca tam bir iletişim kuramıyoruz hep başka yönlere çekiliyor :) Hiç değilse yanlış manlış kurduğumuz bir iletişim var, buna da şükür.


25 Eylül 2010 Cumartesi

Sevinçliyiz hepimiz, yaşasın dershanemiz :p lalalololalaloooo lalalololalalooo...


Dün gece yatmadan önce bu gün dershanenin olduğunu biliyordum. Hatta saati kurdum; ama sonra içimden bir ses: 'Sen doğru saati bilmezsin kızıııım annen uyandırır seni. Bi de biliyon mu saat sesi çok gıcık. Annen daha iyi bi alarm sesi olabilir.' dedi. Ben de öyle yaptım. Tabi ki annem geç uyandı ve bizi de geç uyandırdı. Ancak hazırlanıp ancak masaya oturup ancak bir salatalık dilimi yediğimde annem 'otobüs geldiiii!' diye bağırıyordu. Bir an kendimi koşu maratonunda gibi hissettim. Ayakkabımı bile giymedim. Kardeşimle koşuyoruz, yetişemedik sandık; ama Allah'tan diğer durak çok yakınmış. Yetiştik.
Bu gün dershanenin ilk günüydü.

Dershanede kız ve erkek sınıfı var. Biz kaydolurken bunu söylememişlerdi; ama ben böyle eğitimin daha doğru olduğuna inananlardanım. Bu tek cinsiyete ait sınıf olayını ilk defa bir psikoloji kitabında okumuştum ve kitapta Amerika'da yapılan araştırmada aynı cinsiyetteki öğrencilerin bulunduğu sınıfın karmalardan daha başarılı olduğunun ortaya çıktığı yazıyordu. Tabi ki daha başarılı olur; en basitinden 'Ayyy bana baktıııı' 'Çok tatlıııı...' 'Oğlanların arasında rezil oldum' gibi şeyler söylemenize gerek kalmıyor ve (bir lezbiyen ya da gay değilseniz) derste fazlasıyla dikkatinizi dağıtacak bir şey olmuyor. Ama işin ilginç tarafı hocaların bunu açıklarken 'saflaştırmak' kelimesini kullanmasıydı. Bu kelime ne anlamda kullanılıyor çok merak ettim. Neyi saflaştırıyorlar? Neyse... Sınıfın durumunu sevdim yani. Aslına bakarsan hiç bir şey olmadı.Gittim ve geldim.
 
Geldiğimde apartmanın bayanları saat on ikide çardakta kahvaltı yapıyorlardı. Ben de onlara katıldım; çünkü karnım açtı ve annem de ordaydı. Yedik, içtik, eve geldik ve ders çalıştım. Okulda yazdıklarımı başka bi deftere yazıyorum sonra eve gelince tekrar yazıyorum, özene bezene. Çok renkli ve çok güzel oldu. Hatta babam 'Kıza bak yaa... Kitap gibi olmuş resmen!' dedi. Dershanedekileri de tekrar yazarsam aynı konuyu dört kez yazmış olacağımı ve gerçekten aklıma da yerleştiğini fark ettim; ama çok zor. Bir gün yazmazsan birikiveriyor.

Yarın da sınıfım ve matematik öğretmenimle pikniğe gideceğiz. Annem sınıfla kaynaşmam için iyi bir fırsat olacağını söylüyor. Bir saat kadar sürer herhalde yolculuk. Matematikçi 'kahvaltı yapmadan gelin' dedi tıklım tıklım olacak olan otobüste birinin üstüne kusarsam amma da kaynaşırız xD

Neyse... Haftaya cumartesi görüşürüz blog okurlar :) Kusup kusmadığımı haber veririm. (Sizin de en merak ettiğiniz şey bu olacak zaten, biliyom ben. :p ) hadi çüüüüzz

24 Eylül 2010 Cuma

Şanslıyım... :)


Okul açıldı. Lise üçteyim ve bu üçüncü lisem... Evde 'Seneye de lise değiştireceğim, aynı yerde duramam ben canım sıkılır' gibi lüzumsuz espiriler yapıp kendimce eğleniyorum.

Okulun ilk günü almakta geç kaldığımız, bu yüzden de mağdur olduğumuz okul kıyafetim olmadığı için serbest kıyafetle gittim. Bu, normal ineklerin arasında Milka ineği olmak gibi bir şey... Zaten millet bi farklılık olduğunun farkında, üstüne üstlük bir de kıyafetimle 'Evet, yeni geldim! Var mı diyeceğin?' diye bağırıyordum adeta.

Geldiğimde kürsüde hocaların klasik konuşmaları vardı işte. Okul açıldı, mutluyuz, huzurluyuz Bıdı bıdı bıdı bıdı... derken ben arka plandaki düşünceleri de okuyabiliyordum: 'Allah kahretsin, bu yeni bakıcıyla çocuğu bırakmak iyi bir fikir mi ki? Kesin ütüyü açık unuttum haa kesin!' Malesef sıranın en arkasına, erkeklerin de arkasına geçmiştim. Dönüp dönüp bakıyorlardı. Bense hiçbirini görmüyormuş edasıyla okulun neden mermerden yapıldığını çözmeye çalışıyordum. Hani bir klişe vardır: mermere oturursan, bi yerin buz tutar, cırcır olursun gibi... Aklımda sürekli cırcır olacağım, bi yerimde ise mermere oturmuş gibi bir üşüme hissi vardı. Neyse ki önümde arkalarını dönüp dönüp bakan erkeklerin hiçbiri yüz ifademden bunları okuyamayacak insancıklardı.

Sınıfa geçtiğimde ise sıra onlardaydı. Ben sırada onlar yokmuş gibi davranmıştım şimdi de onlar ben sınıfta yokmuşum gibi davranıyordu. 'Sırada bakarken iyiydi amaa? Nolduuu? Tanışmıyoz mu şimdiii?' diyesim vardı. Öte yandan durumum bana Anestezi filminde baş rolde olan zavallı çocuğu hatırlatıyordu: hani, bu narkozla uyuşmuyor ve 'hey sen! beni duyuyor musun?' demesine rağmen onu kimse duymuyor ya... Öyle işte. Ben de içten içe 'beni duyuyorlar mı?' diyordum. 

Gerçekten iç sesimle anlaşabilsek süper olurdu. Benim sessiz sakin, etliye sütlüye bulaşmayan hissi veren bedenimin altında 'hahahaaa eteği az daha kıvırırsan parlatılmış karpuz gibi gözükecek bi tarafların' diyip kendi kendime konuşmalarımı duysalardı mesela; sınıfımdaki, babamın arkadaşının oğlu olan O.annesine: 'ya bu rengarenk çok sessiz, en arkaya geçti, kimseyle konuşmuyor' demezdi. Ben de 'bence o çok sesli :p' demek zorunda kalmazdım.

Gelmiş bana sırıta sırıta 'Ben O. Bak benim de annanem Kırıkkale'de hahahha' diyecek bir insandı, sonra da niye sessiz olduğumu sorguluyordu. Bense gerçekten annanesinin Kırıkkale'de olup olmadığını düşünecek kadar tuhaf ve saf (hem iyi hem kötü anlamda)  bir insandım.

Sınıfa ilk girdiğimde bi sıraya oturduktan sonra bi kızın gelip: 'Yaa orda benim en yakın arkadaşım oturuyor sen en arkadaki oğlanın yanına geç, hoca değişecek zaten' demesiyle en arkaya geçip oturmuştum; yanımda bir oğlan vardı ama aslında yok gibiydi de... Sınıfı izliyordum, gerçekten bu kadar umarsız olamazlardı. Bak kaç okul değiştim, insanda merak denen bi şey olur, genelde gelip adımı sorarlar. Bunlar da öyle yapar diye düşündüm. Yok. Tık yoktu. 'En iyisi gidip ben tanışayım' dedim. Aynen şöyleydi:
-Merhaba, ben rengarenk...
-Merhaba hoş geldin... 
Sonra adlarını söylemeye başladılar, aslında hiçbirinin aklımda kalmayacağını yüzde bin iki yüz biliyordum; ama en içten tavrımla sanki bir daha hiç unutmayacakmış gibi bakıyordum yüzlerine.
Yüz ifadem aynen şöyle diyordu.
-Ahh evet yaa yeni kız benim...
-Tanıştığımız on bininci kişisiniz! Tebrikler...

Ders başladığında o silik siluetli çocuk yanıma oturdu. Yarım olarak bana dönmüştü. Tam soracaktı ama soramıyordu. Bu haline bayılmıştım. Özellikle çok havalı olmaya çalışan; ama gözümde sıfırı bile geçemeyen O. nun küstah ( Türk filmi moduna geçtim, zaten okul formaları da bana Türk filmlerini hatırlatıyor. Sanki bütün okul ormana gidip ağaçların arasında koşup ağacın gövdesinin bi sağından bi solundan kahkaha atarak birbirine bakacakmış gibi hissediyorum.) tavırlarından sonra onun bu hali çok hoşuma gitmişti. İçten içe gülüyordum; ama hiç farkında değilmişim gibi davranıyordum. Yaklaşık üç dakikalık kıvranmadan sonra: 'Ben Uğurcan(evet, adını açıkça söylüyorum, ilerde lazım olacak) sen de rengarenk'sin galiba...' dedi. İlk başta 'Uğurcan mı Oğulcan mı acaba?' diye düşündüm. Zaten yanlış duymada bir numara bendim. O yüzden biraz anlamak için bekledim. Uğurcan olduğuna karar verdim. 'Uğurcan, hmm' gibi sesler çıkardım. 'Nerden geldin?' dedi. 'Kırıkkale'den... Tayin nedeniyle' filan diye açıklıyordum. 

Uğurcan diğerlerinden farklıydı ve diğerlerinden daha çok hoşuma gitmişti. En azından 'Her şeyi biliyorum, kızlar gözlerime hasta, yakışıklıyım, popülerim' demiyordu bakışları. Fazlasıyla utangaçtı. Aramızda bir mesafe vardı yani, bu beni rahatlatmıştı. İyi ki buraya oturmuştum. Hoca isteyenlerin yerlerini değiştirdi. Kızlar cıngar cıngar bağırıyordu: 'Hayır orda oturcam dedim sana. Bana bak paralarım seni hocaaa ' diyecekler sandım bir an. Kızlara kanım ısınmamıştı. Uğurcan bana daha yakın geldi ve en arka sırada onun yanında kalmaya karar verdim. Zaten içimdeki bir ses yer değişmek istersem Uğurcan'la bir daha asla iletişim kuramayacağımızı söylüyordu. Değişmedim :p :)

İkinci günün sabahı okula gitmek istemedim. Boynum tutulmuş dedim, hastayım dedim, eteğim hala gelmedi çok ilgi çekiyorum dedim ve gitmedim. Düşünüyordum da... Sınıfa, 'Umrumda değilsiniz, hiçbirinizi sevmedim, hiçbiriniz bana denk değilsiniz!' der gibi oluyordu. Ama evet, umrumda değildi, kanım ısınmamıştı, denklik konusunu bilemicem. Belki onlar benden daha uzağa işeyebiliyordur. Daha ölçmedik.

Sonraki gün okula gittiğimde 'Dün niye gelmedin yaa?' diyen birilerini bekledim; ama birinci gün de sınıfta olduğumu fark edememişlerdi ki şimdi de olmadığımı fark etsinlerdi. Sonunda (ilk gün yerine oturduğum kızın en yakın arkadaşı) T. ile konuştuk. M. (T. nin en yakın arkadaşı, bana arkaya geç diyen) gelmemişti. T. nin ısrarlarıyla M. nin yerinde oturdum o gün. Önümdeki xy, A. ile tanıştım. Neşeli biri... Aynı zamanda Uğurcan'ın en yakın arkadaşı. Uğurcan'la da hiç konuşmadık. T. : 'Hoca değiştirirken neden yer değişmedin?' dedi. 'Nereye gidecektim ki? Zaten Uğurcan problemsiz biri gibi duruyor. Değişmek istemedim.' dedim. 'Biraz tuhaftır o...' dedi. Bunun üzerinde konuşmak için fırsatımız olmadı ama aklımı kemirip duruyordu: 'Uğurcan neden tuhaf?' Acaba sınıfta olmayacak şeyler yapmıştı da mı böyle demişti T. Bilemiyordum; ama yanında oturduğum süre zarfınca bir açığını görmemiştim.

Ertesi gün yine yerimdeydim. Yeni gelen edebiyatçı herkesle tanışıyordu. Uğurcan adını söyledi. Hoca da Oğuzcan, anladı. Bütün sınıf gülerek 'Hayır hocam, adı Uğurcan. O 'r' leri söyleyemiyor.' diyince fark ettim r'leri söyleyemediğini. Önce neden fark etmediğimi düşündüm; çünkü hep çok sessiz ve mırıltılı konuşuyordu. O yüzden fark etmemiştim. Sonrasındaysa sınıfın gülmesi sinirimi bozdu. Bunlar kişinin elinde olmayan şeylerdi. Nasıl dalga geçerlerdi! Evet, sinirliydim. Sınıfa iyice gıcık olmaya başlamıştım. 
Şimdi anlıyordum, bir insan her konuştuğunda böyle dalga geçilirse elbette ki susmayı tercih ederdi. En kötüsü de isminde bile 'r' olmasıydı. Anne babası isim koyarken fark edemezdi ya bunu... Zil çaldı, Tenefüs olmasına rağmen kalkmamıştım, Uğurcan da... A. gelerek ' Uğurcan'a alıştın mı? O biraz tuhaftır' dedi. Ben de 'iyii...' filan dedim, neden herkes ona 'tuhaf' yakıştırması yapıyordu, çok merak ediyordum ve o kelimeyi duydukça gıcık olmaya başlamıştım. Ve A. devam etti: 'O paraya para demez' dedi. (Annem bunu hep söyler: 'Paraya para demez, dolar mark der.' Onu söyleyecek sandım ) Saf saf 'ne der?' dedim. 'paya ' dedi. O sırada A.'ya nasıl sinirle baktığımı anlatamam. Bi de bahsettiği, dalga geçtiği kişi en yakın arkadaşı... Uğurcan üzülmüş müydü acaba? Merak ediyordum... Yüzüne baktım. 'Dalga geçiyor ya...' filan dedi. Evet, bu durumlardan sonra ona git gide ısınıyordum. Bu aşk gibi değil de bir arkadaş gibi. Sanki en yakın arkadaşım olacakmış gibi bir duyguydu...

Uğurcan gözümde epey değerlenmişti. Özellikle de sohbeti sarmayan diğer insanlardan sonra. Yok şunun eteği böyleydi yok bunun poposu Zenci poposuna benziyordu yok bu hoca yine en kötü renkli takımını giymişti. Gerçekten dikkat ettikleri şeyler karşısında şaşkınlığa uğruyordum. Tamam ben de bazen insanlarla dalga geçiyordum kendi kendime; ama bunları başkalarına söylemek kötü bir şeydi benim için. Söylediklerimi diğerleri de duysa ne olurdu? Üzülür ve sinirlenirlerdi. Uğurcan'sa şimdiye kadar hiç dedikodu yapmamıştı. Kimseyi aşağılamamıştı. Benden de iyiydi bu konuda. Bundan dolayı da onun yanına oturup arkadaş olma fırsatı yakaladığım için kendimi çok şanslı sayıyordum, evet şanslıyım... :)

15 Eylül 2010 Çarşamba

Msn' e Yönlendirilen Konular...


Yahu, baktım başkalarının sayfalarına attığım yorumlara gelen yorumları göremiyorum msn'e yönlendirdim. Yönlendirmez olaydım! Msn'in bildiğiniz 'dıdımm' sesi geliyor gelmesine de sayfa açılmıyor. Bir de yazmışlar oraya hata var filan... 'Bir saat içinde geçmezse bize mail atın' demiş. 'bi çağrı at ben dönerim sana' der gibilerinden. Nasıl sinirlendim nasıl... 

Bi de ben bu blog şeysine yeni alışıyorum. Yeni oyuncak alan her çocuk gibi heyecanlıyım. Her bir yeri didik didik görmek istiyorum. Öyle bir durumdayım. 'Aha yorum gelmiş' diye sevinip tam açmak istediğimde hata demesi ne kadar kötü bir duygu biliyor musun? Tam buna sinirlenmem geçmişken bir tane daha yorum geldi. Kırmızının tonlarına bürünmeye başlamıştım. 

Bir yandan da hazır msn açmışken arkadaşım E. yle konuşuyorum:

 R: üfff blogda gelen yorumları göriiim die adresime yönlendirdim, mesaj geldi dio, ama geleni göremiom hotmail arızalandı, nasıl sinir bi durum
E: oyy şu an seni görebiliorum
R: görüosan şu an napıorm bil bakalım
E: çikolata yiyosun
R: hayır( Bu sırada ben kih kih gülüyorum tabi; çünkü aklıma bir anı geldi.)

Aklıma gelen anı: Babam dedeme msn'den 'ne yapıyorsun?' diye sorunca dedem 'hadi bil bakalım ne yapıyorum?' der. Tabi babam cevabı biliyor. Çünkü dedem yıllardır bunu her söylediğinde ekrana hareket çekmektedir.
(Anıdan sonra konuşmaya devam edelim:)
 
E: mmm bilemedm yahu
R: xD xD
E: ya söleseneeee
R: oturuodm, bişi yapmıodm ( gerçekten. xD)

Sonunda kendimi 'ece' çikolatayla (Not: Yeni paketi çok hoşuma gitti.) sakinleştirmeye karar verdim. (cidden E. beni tanıyormuş hee, yurtta bir yıl aynı odada kaldık tanısın bi zahmet :) )  Gittim geldim, eneee (Evet, Fırat okuyorum) açılmış. Hemen bir heyecanla açtım. Meğer kimse yorum morum atmamış. Kendi yorumumu da adresime yolluyormuş! Hırrr... :@

14 Eylül 2010 Salı

Mikropsuz Süt...



 

Aşçılıktan hiç ama hiç anlamam. Sadece: salata. O da kolay yani, sebzeleri böl parçala at içine. Biraz yağ, tuz, limon ve gizli sırrım (nasıl gizliyse?) 'nar ekşisi' Mesela yemekte oturuyoruz bazen. Annem o kadar yemek yapmış... Üç çeşit (annem normal bir ev kadını değildir, her işte beceriklidir xD) yapar mesela. Ama ilk övülen benim salatamsa sevinçten yerimde duramam. 

Zaten bana göre yemeğin yapılışının zor ya da kolay olması önemli değil (nasıl da sıkıyorum ama ;) ) mükemmel yapılması önemlidir. (evet sadece salatamdan bahsediyorum)

Geçen gün annem biraz uyuyacağını ve ocağa süt koyduğunu, yarım saat sonra yarıma indirmemi söyledi. Ben de yaptım aynısını. İki saat sonra annem uyandığında süt hala yarımda ve kaynıyordu. Annemdeki tepki şöyleydi:

-Hala kapatmadın mı?
-E kapat demedin ki...

Annem kendini gülmekten alamıyordu. Ve bana kızmadan şöyle cevap verdi:

-Yarıya inmiş. Neyse, hiç mikrop kalmamıştır en azından.
(Ben de mikropları yok etme düşüncesiyle altını kapamamıştım zaten. Gerçekten! xD :p )

Sonra kapı çalındı, gelen üst kat komşumuz Ümmühan Teyze, (Bir not: Onun da benimle yaşıt kızı var; ama o kızın hamaratlığını gördükçe anneme acıyorum ve merak ediyorum 'Bizimki de şöyle olsaydı...' diye içinden geçiriyor mudur? ) çocuğu komik bir hata yapan her anne gibi direk anlatmaya başladı ve Ümmühan Teyze'deki yanıt:

-Neyse hiç mikrop kalmamıştır.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Tıp tıp tıp!!!

  'Büteyra' acayip yerinde bir yorum yapmış. Kendimi bildim bileli doktor olmak istemişimdir. Hem de 'kadın doğum uzmanı'... Biraz daha büyüyünce buna 'jinekolog' dendiğini de öğrenmiştim. Neden bilmiyorum, hep istedim işte... Elbette istemek yetmiyor, öğrenci dediğinin çalışması lazım. Klasik fen lisesi ayağı çekerek, 'çalışmıyorum' demeyeceğim; çünkü hakkımı yemek istemiyorum. Evet çalışıyorum; ama tıpa yetecek kadar çalışmıyorum. (Ya da istediğim tıpa yetecek kadar demeliyim.)

Evet! Şimdi bir dönüm noktası olsun. Ama blogumu kapatmayacağım; kapasam bile sürekli yazdığım bir defterim var, ona yazacağıma buraya yazıyorum. (Ben bunun sonunu biliyorum, blog işini abartırım sonra da face'ime de yaptığım gibi sinirlenir kapatırım. )

Neyse... Bir çalışma programıyla işe başlasam iyi olur. Çalışmadığım zamanlarda da uygulayıp uygulayamadığımı da belirtirim artık :)


12 Eylül 2010 Pazar

Canım örmüceğim: Cemila...


Diğerleri gibi bir gündü. Normal demiyorum; çünkü bizim evde günler genellikle normal olmaz. 

Her neyse her gün olan gibi tuvalete girmiştim. Bilirsiniz, tuvalette yapacak bir şey yoktur. Boşaltımın bitmesini beklersiniz. Bu sırada ya çok önemli şeyler düşünürsünüz ya da etrafı avanak avanak izlersiniz. Ben o gün etrafı izleme şıkkını seçmiştim. 

Tam da o sırada bir örmücek gördüm! Ama ben normal (emin değilim, belki de anormal demeliyim) kızlar gibi olmadığımdan, bağırıp çağırmak yerine örmüceği izlemeye başladım. Uzun bacakları vardı. (fiyuuu) Fakat bu hayvanda bir tuhaflık vardı; o bir kalp hastasıydı! Bunu da şurdan anlamıştım: birkaç adım gittikten sonra durup nefes alır gibi hareketler yapıyordu. Kanım ona artık daha çok ısınmıştı. Sonuçta o, engin bilgileri olan, yaşlı ve kalp hastası bir örmücekti. Her neyse. Elbette o tuvalette sonsuza kadar kalamazdım; ama örmüceğimin kaçmasını da istemiyordum; bu yüzden dikkatlice kapıyı kapadım ve çıktım. Sonraki birkaç tuvalet seansımda daha onu izledim, onunla duygusal bir bağı kurmuştuk adeta.

Ve bir gün olanlar oldu! Tam da sıkışıp tuvalete girmek için elimi kapıya atmak istediğimde buna gerek kalmadığını anladım; çünkü kapı açıktı! Ve örmüceğim yoktu :( Önceleri onun kaçtığını ve geri geleceğini düşündüm; ama gelmedi. Sonrasındaysa acı gerçeği anladım: Ölmüştü. Kalp hastası olan canım örmüceğim ruhunu teslim etmişti. 

Bu duruma epey üzüldüm ve acımı kardeşimle paylaşmak istedim. Ona anlattım. Adının ne olduğunu sordu. Canlıyken sormak nasip olmamıştı, sadece bakışmıştık; ama o sırada birden aklıma geldi adı 'Cemil'di. O ise şöyle dedi:

-Erkek olduğunu nerden biliyorsun ya kızsa?
-O zaman Cemile olur biter Allah Allah!
-Peki ya eş cinselse?
-O zaman da Cemila olur.
-xD xD xD

Ama içimden bir ses onun gerçekten eş cinsel olduğunu söylüyordu. Ve bu olay aile içinde hızla yayıldı, bir efsane oldu, insanlar dağlara taşlara, olmadık okul duvarlarına, parklardaki tahta masalara 'Cemila' yazdılar. O yüreğimizde yaşıyor. Her yıl 15 eylül de onu anar... Öhöm neyse.

Öldüğü günden sonraki ilk gün bir de akrabasını gördük oturma odasında. Cenazeye gelmişti belli. Kendine bir ağ örmüş. İçine saklanıp ağlama nöbetleri geçiriyordu. Bizse onun acısını dindirmek isterdik... Ama olmadı. Ondan sonraki gün bir de baktım ki Cemila'nın akrabası ortalarda yok.

-Babaaaağğ Cemila'nın akrabası ağını da toplamış gitmiş böğğğğ
-İyi de örümcekler ağlarını toplamazlar ki! :S
(Hep bir ağızdan)-Anneeeğğğ!!! 

Evet, anlaşılan annem onun acısını dindirmişti. 

Canım örmüceğim Cemila huzur içinde uyu... Evet, hıhım, evet...

El ele... :)

Yanımda bir erkek, boyu benden epey kısa... Fazlasıyla şirin bir suratı var. El ele yürüyoruz:
-Elimi tutma, sonra kısmetim kapanır, diyip gülüyorum.
-Seni kimseye bırakmam. İlerde aynı evde yaşayacağız, aynı tıp fakültesinde okuyacağız; ama mezun olunca benim hastalarımı çalmak yok, diyor ve gülüyor.
Ben de kih kih gülüyorum. Ve arkamızdaki kız yanındakine şöyle diyor:
-'Seni kimseye bırakmam' dedi ya...

Bunu duyunca kahkaham daha da artıyor.
Her şeyi duymuş da; bilmedikleri tek şey elimi tutanın erkek kardeşim olduğu xD xD

Not: Resim nasıl bu arada? Sevgililer için icat edilmiş eldiven :)
Notun dibi: Ayrılınca daha çok işe yarar, bakar bakar ağlarsın zaa :)

8 Eylül 2010 Çarşamba

Sıfır kilometre ruh...

Kucağımdaki bebeğin gözlerinin içine bakıyorum. Nasıl bu kadar tatlı olabilir bir insan? Yavaşça sallıyorum. Gözleri benim ritmimle açılıp kapanıyor. 
Bir bebeğin kucağında uyuması nasıl bir duygu biliyor musun okuyucu? Bir yüreği hissetmek nasıl bir duygu? Senden başka güvenecek kimsesi olmadığını düşünmek ve onu öpmek... İki elinin arasına koca bir ruhun sığabildiğini düşünmek. Öylesine masum, öylesine şirin... 
Bebekler...  Hayata sıfır kilometre ruhla başlarlar . En başta herkese verilen kadar; en özgün ve en süssüz...

7 Eylül 2010 Salı

Bizi en iyi anlayan okuyucu: Kendimiz...

Merhaba...
Bu blog şeysinin ne işe yaradığını sorguluyorum. Evet diğerleri gibi bu da bir işe yaramıyor xD Ama bendeki her şeyi öğrenme isteği bu konuda da dürtüklüyor. 'Hiç değilse fikrim olur' diyerek işe koyuluyorum. Bakalım neler öğreneceğim... Aslında blog güzel bir şey içimdeki her şeyi dökebilmek için özellikle de... :) Kendime kendimi anlatmak kadar güzel (ve saçma) bir şey var mı ki? Hoş, buna neden siz de şahit olmalısınız onu bilmiyorum.
Daisy adlı üyenin de bir blogda yazdığı gibi:

'Zaten her zaman herkesin bir okuyucusu vardır, o da kendisidir.' 
Şimdilik bu kadar. Evet, hıhım, evet, bu kadar...